Wednesday 12 November 2014

Uluslararası Hukuk Profesörü Harry Tzimitras ile Röportaj 11-12 Kasım 2014


MEB’de BARIŞÇIL FAALİYET YASAL

Türkiye’nin Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik Bölgesi olarak ilan ettiği alanda sismik araştırmalara başlamasıyla taraflar arasında büyük bir gerginlik yaşanıyor. Konuyla ilgili birçok siyasi söylem ortaya konuyor, ancak sanki işin yasal tarafı pek konuşulmuyor. Uluslararası hukuka göre burada Türkiye mi haklı, Kıbrıs Cumhuriyeti mi? 

Tzimitras: Öncelikle, işin yasal tarafının pek dikkate alınmadığı argümanını tersine döndürmek istiyorum. Bana göre, sorunun bir kısmı, işin yasal tarafına fazla odaklanılmasından kaynaklanıyor; özellikle de Kıbrıs Rum tarafınca... Yasalara odaklanmak birkaç açıdan sorunlu. Birincisi, bu, işin güvenlikten tutun da sosyal ve siyasi taraflarının göz ardı edilmesi riskini doğurur. İkincisi, yasalar, beğensek de beğenmesek de, çok büyük oranda yorum meselesidirler. Yani hukuktan bahsetmeye başladığınızda, hukukun nasıl yorumlandığı ve yasal ilkelerin nasıl uygulandığı konularını tartışmaya başlamanız kaçınılmazdır. Uluslararası hukuk, tarih boyunca her durumun spesifik realitelerine göre uygulanmıştır. Yasa kendi başına her durumu kapsayıcı ve otomatik olarak uygulanabilir bir şey değildir. Yasanın mantığı bu değil zaten. Uluslararası toplum, uluslararası kurumlar, uluslararası mahkemeler, hatta uluslararası adalet divanı bile, sürekli olarak yasaların nasıl uygulanacağı ve nasıl yorumlanacağı süreçleri ile meşgul oluyorlar. Bu nedenle de, katı bir biçimde direk olarak uluslararası hukuk temelinde bazı iddialarda bulunmak çok da faydanıza olmayabilir. Uluslararası hukuk çok önemlidir, ancak doğru şekilde uygulanması da çok önemlidir. Dolayısıyla, yasalar, yasanın ruhuna ve her durumun kendi özelliklerini dikkate alarak uygulanmalıdır ki adilane bir sonuca varılabilsin. Uluslararası hukuk, siyasi argümanlar karşısında kalkan görevi görebileceği gibi, çok güçlü bir silah haline de gelebilir. Genelde, devletler yasal argümanları, siyasi, stratejik, ekonomik argümanlar gibi diğer argümanların yanı sıra kullanırlar.


Konuyu anlayabilmek için belli terimlere hakim olmak gerekiyor sanırım. Münhasır Ekonomik Bölge nedir tam olarak, ve ne gibi haklar ve kısıtlamalar içerir?

Tzimitras: Burada çok sık birbirine karıştırılan iki ayrı nosyon var: Münhasır Ekonomik Bölge ve Kıta Sahanlığı. Kıta Sahanlığı kıyı devletine aittir. Kıta Sahanlığının deklare edilmesi ve sınırlandırılması ise işin teknik tarafıdır. Yani bir devlet Kıta Sahanlığını deklare edip sınırlandırmaya karar versin ya da vermesin, o Kıta Sahanlığı o devlete aittir ve o devletin kendi Kıta Sahanlığında münhasır hakları vardır. Diğer taraftan, Münhasır Ekonomik Bölge, otomatik olarak bir devlete ait olmaz. Devletlerin o bölge üzerinde hak iddia etmesini gerektirir. İkisi arasındaki temel fark buradadır. Devletlerin, Münhasır Ekonomik Bölgelerinde, çok sınırlı ve spesifik hakları ve yükümlülükleri vardır:
1.     Canlı veya cansız doğal kaynakların aranması ve bunlardan faydalanma
2.     Enerji üretimi
3.     Çevre koruma
4.     Balıkçılık
Bu kadar. Ne daha fazlası ne daha azı. Bu çok önemli bir nokta, çünkü ağızdan ağıza yayılmakta olan ‘devletin kendi Münhasır Ekonomik Bölgesinde egemen olduğu’ iddiası doğru değildir. Devletin Münhasır Ekonomik Bölgesinde egemenliği yoktur. Sadece o alanda yukarıda saydığımız dört konuda münhasır hakkı vardır. Bu kadar. Dolayısıyla, Münhasır Ekonomik Bölgeyi, egemenlik açısından bir devlet ile veya devletin karasuları ile eş tutmak yanlıştır. Devlet, Münhasır Ekonomik Bölgesinde sadece işlevsel bazı haklara sahiptir. Evet bu haklar önemli olabilir ama egemenlik ile eş tutulamazlar. Dolayısıyla bu hakların ihlali de – yasal açıdan sorunlu olsa da – belli bir noktadan öteye götürülüp, egemenliğin ihlali gibi gösterilemez. Hak ihlali ve egemenlik ihlali çok farklı şeylerdir. Bu açıdan çok dikkatli olmalıyız.


Peki, bir devlet, başka bir devletin Münhasır Ekonomik Bölgesine giren bir alanda sismik araştırma yapabilir mi?

Tzimitras: Bir devletin Münhasır Ekonomik Bölgesini oluşturan sular, yine de uluslararası sulardır. Bu da, bu sularda ticari olsun askeri olsun yabancı gemilerin bulunması mümkündür demektir. Eğer bu gemiler kıyı devletinin düzen ve güvenliğini tehlikeye atmıyorsa, orada bulunmalarında hiçbir problem yoktur. Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin 58. Maddesine göre, gemiler barışçıl faaliyetlerde bulunabilirler, barışçıl araştırma çalışmaları yapabilirler, kablo döşeyebilirler. Ancak örneğin balıkçılık yapamazlar veya doğal kaynakları araştıramazlar, çünkü bunlar, yukarıda anlattığım gibi, sözkonusu Münhasır Ekonomik Bölgede hak iddia eden devletin hakkıdır.


Ama Türkiye’nin yaptığı sismik araştırma doğal kaynak araştırması anlamına gelmiyor mu?

Tzimitras: Yasa, araştırma amaçlı barışçıl faaliyetlere imkan veriyor.


O zaman başka bir devletin Münhasır Ekonomik Bölgesi’nde sismik araştırma yapmakta sorun yok, ama sondaj yapmak faydalanma amaçlı araştırma kapsamına giriyor ve yasaya göre sorun yaratıyor. Öyleyse Türkiye’nin şu anda yaptığı faaliyetler yasal olarak problem teşkil etmiyor, öyle mi?

Tzimitras: Dediğim gibi, barışçıl araştırmalar prensipte sorun değil. Ancak sondaj yapmak kesinlikle sorun olurdu. Ancak ben, Türkiye’nin daha ileri gideceğini sanmıyorum. Sondaj platformu getirecekleri, sondaj yapacakları söyleniyor ama Türkiye’nin bunu yapacağına inanmıyorum. Çünkü Türkiye’nin maksadı gerçekten taciz olsaydı, bunu halihazırda yapardı. Sondaj platformunu çeken gemiyi durdurmak için askeri önlem alırdı, önünü keserdi, engellerdi. Ama Türkiye, hidrokarbon araştırması yapan platform ve ilgili gemilerine 5 deniz milinden fazla yaklaşmadı. Rum enerji bakanının kendisi de operasyonun hiç sekteye uğramadığını, hiçbir engelleme ile karşılaşmadığını söyledi. Türkiye prensipte varlığını hissettirmek ve şu anda yapılmakta olan işe karşı olduğunu kayıtlara geçirmek istiyor. Ve bence bununla kalacak. Geçmişte de bunu yapmıştı. 2011 yılında Piri Reis gemisi ile tamamıyla aynı şeyler yaşandı.


Yani NAVTEX yayınlamaktan tutun da, Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik Bölgesinde araştırma ve savaş gemilerinin varlığına kadar, son haftalarda Türkiye’nin yapmış olduğu her şey, 2011 yılında da yapılmış mıydı?

Tzimitras: Aşağı yukarı evet. Ama Piri Reis gemisinin bu boyutta araştırma yapacak ve kablo döşeyecek kapasitesi yoktu. Özetle, bu tekrar tekrar izlediğimiz bir film. Bunun yapılış nedeni ve buna verilen tepkiler ise işin siyasi kısmı. Tabii, burada bakılması gereken bir başka konu daha var: Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bu bölgeyi Münhasır Ekonomik Bölge olarak ilan etme hakkını reddediyor. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin tüm adayı temsil etmediğini ve bu nedenle de tüm adayı temsil edecek şekilde uluslararası antlaşma imzalama ve dolayısıyla Münhasır Ekonomik Bölge ilan etme hakkına sahip olmadığını söylüyor. Yani, burada Türkiye tarafından iki katmanlı bir sorgulama var: Bir, Kıbrıs Cumhuriyeti bu bölgeyi Münhasır Ekonomik Bölgesi olarak ilan edebilir mi? İki, etse bile, bizim yine de orada belli faaliyetlerde bulunma hakkımız var mı?


Türkiye’nin BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne taraf olmaması şu anda Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik Bölge olarak ilan ettiği alandaki durumu nasıl etkiliyor?

Tzimitras: BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’nin bazı hükümleri – ki Münhasır Ekonomik Bölge ile ilgili hükümler bunlar arasındadır - uluslararası teamül hukuku haline gelmiştir. Yani sadece sözleşmeye taraf olan devletleri değil, uluslararası toplumun tüm devletlerini bağlama kapasitesi olan ilkeler haline gelmişlerdir – ve İsrail ve Türkiye gibi sözleşmeye taraf olmayan ülkeleri de bağlarlar. Türkiye’nin Kıbrıs’ın MEB olarak ilan ettiği alanlardaki faaliyetlerinin genelde hem Münhasır Ekonomik Bölge hem de Kıta Sahanlığı ile ilişkisi var. Aynı zamanda, Türkiye’nin bu bölgelerde hem kendi hak iddiaları, hem de KKTC ve/veya Kıbrıslı Türkler adına yaptığı hak iddiaları var. Yani karşımızda birbiri ile bağlantılı dört unsur var.


Kıbrıs’ın Türkiye ile Münhasır Ekonomik Bölge sınırlandırma anlaşması yapmaması Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik Bölgesi’ni tartışmalı kılar mı?

Tzimitras:  Bunun net bir cevabı yok. Nerede durduğunuza ve yasayı nasıl yorumladığınıza bağlı. Her iki tarafın da yasal olarak çok güçlü argümanları var. Kıbrıs, adanın güneybatı, güney ve güney doğusunda, Mısır, Lübnan ve İsrail ile Münhasır Ekonomik Bölge sınırlandırma anlaşmaları yaptı. Türkiye coğrafi olarak güneydeki bir kıyı devleti değil. Ancak, adanın coğrafi olarak bir bütün olduğu önermesinden yola çıkarsak, o zaman adanın etrafının tümünü kapsayan bir düzenlemeye ihtiyaç var diyebiliriz. Burada enteresan olan şu: Şimdiki sorun, Kıbrıs’ın batısında değil – ki Türkiye’nin adanın batısında bir iddiası olması çok daha anlaşılabilir olurdu. Sorun, adanın güney ve güneydoğusunda – yani Kıbrıs Cumhuriyeti ile İsrail ve Lübnan arasındaki sınırlandırma anlaşmalarına tabi olan bölgede. Türkiye’nin bu bölgelerde KKTC veya Kıbrıslı Türkler adına yaptığı hak iddiaları var. Ve dediğim gibi, aynı zamanda, Türkiye’nin ada etrafındaki eylemlerinin genel olarak hem Münhasır Ekonomik Bölge hem de Kıta Sahanlığı ile ilişkisi var. Kıta Sahanlığı bağlamında Türkiye’nin iddiaları hakkında şunlar söylenebilir. Türkiye, bir önceki BM Deniz Hukuku Sözleşmesine, yani 1958 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne taraftır. Ve bu sözleşme, yeni sözleşmeyi yani 1982 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni imzalamamış ülkeleri hala bağlamaktadır. Yani, bir önceki Deniz Hukuku Sözleşmesi ve buradaki Kıta Sahanlığı hükümleri Türkiye’yi bağlamaktadır – o sözleşmede Münhasır Ekonomik Bölge geçmiyordu. Türkiye 1958 BM Deniz Hukuku Sözleşmesi’ni temel alarak, ve bunu yorumlayarak, ilk olarak 1973 yılında ortaya attığı Kıta Sahanlığı argümanını kullanıyor: “Adalar, Kıta Sahanlıkları üzerinde tam iddia sahibi olamazlar. Sahil şeritleri, nüfusları gibi bazı unsurlara bağlı olarak kısıtlı bir iddia sahibi olabilirler, ama tam iddia sahibi olamazlar.” Yani, eğer doğru anlıyorsam, Türkiye şunu diyor: Adanın batı ve güneybatısındaki bölgede Kıta Sahanlığı, Türkiye ile Mısır arasında sınırlandırılmalıdır. Ortadaki Kıbrıs’a ise – ki buna Kıta Sahanlığı içindeki ‘çıkıntı’ adı veriliyor – çevresindeki belli bir bölge verilebilir. İşte, Türkiye’nin adanın batı ve güneybatısındaki hak iddiası bu mantıktan kaynaklanıyor. Tabii bu, adaların ve özellikle de ada devletlerin Kıta Sahanlığı hakkını net şekilde tanıyan şu anki uluslararası hukuk temelinde sürdürülmesi zor bir pozisyon.


Peki bu iddia başka ülkelerce kabul görüyor mu?

Tzimitras: Kıta Sahanlığı ile ilgili düzenleme her ülkenin kendisine kalmıştır. Bununla ilgili evrensel bir uygulama yok. Her devletin farklı bir uygulaması var. Her ülke kendi Kıta Sahanlığını ilan etme hakkına sahiptir. Eğer iki ülkenin Kıta Sahanlığı iddiaları çakışıyorsa ya oturup bunu çözerler veya uluslararası yasal organlara giderler. Yasanın nasıl yorumlandığı ve uygulandığı da burada büyük önem taşıyor çünkü Uluslararası Adalet Divanı ve geçmişte bu tarz konuları ele alan diğer uluslararası mahkemeler her durumda çok farklı kararlar verdiler. Yani bu alandaki içtihat da pek yol gösterici değil.


Peki neden taraflardan biri uluslararası bir merciye ya da mahkemeye başvurup bu işi temizlemiyor sizce?

Tzimitras: Sanırım bunun iki nedeni var. Birincisi, böyle bir adım gerginliğin tırmanması sonucunu doğurur. İkincisi, her dava biraz da piyangodur. Nasıl sonuçlanacağını asla bilemezsiniz.


Yani bu davayı Kıbrıs kazanır veya Türkiye kazanır diye bir tahminde bulunamaz mıyız?

Tzimitras:  Hayır kesinlikle. Asla bilemezsiniz. Ve eğer mahkemeye sizin inisiyatifinizle gidilmişse, o zaman bunun sonuçlarına – sizin aleyhinize de olsa – katlanmak zorundasınız. Yani bu yolu izlememek bilinçli olarak verilmiş bir karardı sanırım. Bu da muhtemelen iyi bir fikir, çünkü eğer dava yoluna giderseniz aynı zamanda, tarafları daha çabuk bir çözüme götürebilecek diğer seçenekleri elinizden kaçırmış olursunuz.


Son zamanlarda Yunanistan ve Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik Bölgelerinin birleştirilmesi konusu yeniden gündeme geldi. Bu mümkün mü?

Tzimitras: Hayır. Bu konu ilk olarak rahmetli Cumhurbaşkanı Tasos Papadopulos tarafından gündeme getirilmişti. Böyle bir şey iki nedenle mümkün değil: Birincisi, çünkü Yunanistan’ın ilan ettiği bir Münhasır Ekonomik Bölgesi yok. İkincisi, Yunanistan’ın ilan ettiği bir Münhasır Ekonomik Bölgesi olsaydı bile, uluslararası hukukta münhasır ekonomik bölgelerin birleştirilmesi diye bir nosyon yok. Uluslararası hukukta ortak münhasır ekonomik bölge diye bir şey yok. Bu kadar basit. Bu, şu an için pratikte anlamsız bir tartışma.


Kıbrıs Cumhuriyeti, “adanın doğal kaynakları devlete aittir ve bunlardan elde edilecek faydalardan bir çözümden sonra tüm Kıbrıslılar yararlanacaktır” diyor. Türkiye ise, “Kıbrıs’ın kaynakları tüm Kıbrıslılarındır” diyor. Doğal kaynaklar devlete mi aittir, halklara mı?

Tzimitras: Kanaatime göre, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1962 tarihli Doğal Kaynaklar üzerinde Daimi Egemenlik Kararı temelinde, doğal kaynaklar halklara ve milletlere aittir. Bu kararda Genel Kurul’un sadece halklardan ve milletlerden bahsettiğini, asla devletlerden bahsetmediğini açıkça görebilirsiniz. Dolayısıyla, doğal kaynakların faydalanıcıları halklar ve milletlerdir, ve devlet de faydalanma hakkı konusunda onları temsil eder. Buna göre, Kıbrıslı Türkler doğal kaynaklardan elde edilecek gelirlerde hak sahibidir – ki sanırım kimse bunu reddetmiyor. Öyleyse burada sorulması gereken soru şu: Bu haktan nasıl faydalanacaklar?


Uluslararası toplum, Güney Kıbrıs’ın beklentisinin aksine, Türkiye’nin eylemleri karşısında katı bir tutum sergilemedi ve konuya çok ihtiyatlı yaklaştı. Sizce bunun nedeni siyasi mi yoksa yasal mı?

Tzimitras: Evet uluslararası toplumun tepkisi, sizin de dediğiniz gibi Kıbrıs Cumhuriyeti’nin beklediğinden daha ılımlı oldu. Bunun iki nedeni olduğunu düşünüyorum. Birincisi, siyasi açıdan, siyasi konjonktürü çok ciddi bir şekilde hesaba katıyorlar. Batılı güçler Türkiye’nin bölgede güçlü bir ülke olduğunu biliyorlar ve özellikle de şu anda bölgedeki IŞİD gibi sorunlara karşı oluşturmak istedikleri birliktelik açısından Türkiye’ye çok ihtiyaçları var. İkincisi, sohbetimizden ortaya çıktığı gibi, yasal olarak durum net veya siyah beyaz değil. Uluslararası toplum ihtiyatlı davranıyor, çünkü yasal konular siyasilerin üzerinde gelişigüzel açıklama yapabilecekleri konular değil, Uluslararası Adalet Divanı gibi yetkin organlar tarafından ele alınması gereken konulardır. Tabii ki siyasetçiler de, uluslararası hukuka aykırı olmayan kararlar alabilmek için konunun yasal tarafını eşit derecede ciddiyetle hesaba katmalıdırlar.


Peki bu sorun nasıl çözümlenmeli?

Tzimitras: Öncelikle şunu söylemeliyim, eğer istek varsa bir yol bulunur. Bu çok açık. İkincisi, tüm tarafların aşırı ve kışkırtıcı eylem ve tepkilerden kaçınması gerekiyor. Bu yapılırsa daha dengeli bir anlayış ve yaklaşımın geliştirilmesi için daha uygun bir ortam yaratılmış olur. Bölgesel ve uluslararası gerçeklerin ve takvimlerin dikkate alınması çok önemli, çünkü bugün mümkün olan bir çözüm yarın imkansız olabilir. Bu nedenle bölgesel ve uluslararası ortamı dengeli ve gerçekçi bir biçimde değerlendirmek ve yapıcı bir şekilde olaya yaklaşmak gerekiyor. Ve realizm – tabii realizm yasal haklardan vazgeçmek anlamına gelmiyor – gerekiyor, ama gerçekçi bir şekilde devletlerin değil insanların çıkarının nerede olduğunu değerlendirmek önemli. Her iki topluma da fayda sağlayacak şekilde adımlar atmak önemli. Bu iş uzadıkça içinden çıkılması daha zor bir hal alacaktır. Burada bir aciliyetin söz konusu olduğunu düşünüyorum çünkü hem anlaşmazlık uzadıkça kökleşiyor ve çözümü zorlaşıyor, hem de bölgesel ve uluslararası şartlar sürekli olarak değişiyor. Doğal kaynakların, tüm Kıbrıslıların faydası ve refahı için kullanılması fırsatının kaçırılması çok yazık olur. Hele doğal kaynakların, var olan anlaşmazlığı aşacak bir unsur yerine, yeni tartışmalar yaratan bir unsur haline gelmesi daha da büyük bir yazık olur.








No comments:

Post a Comment